bugün
yenile
    1. 11
      +
      -entiri.verilen_downvote
      t: ismet özel'in ilk basımı 1999'da olan şiir kitabı. içinde; münacaat, naat, sebeb-i telif ve dibace şiirlerinin yanı sıra, 7 babtan oluşan şiirler mevcuttur. zaten tüm kitapla yaptığı tarumarı, son babtaki iki dizeyle bu sefer daha vahşi bir şekilde yaparak insanı alaşağı eder.. sayın özel, bazıları sizin için "sağ kulağında bir cibril var." demekte. inanmam. ama inkar da edemem. zira bir insanın tek başına bu denli efsunlu edebi şiirler yazmasını kabullenemiyorum. yazdıklarınız adem soyuna ait olabilecek şeyler değil. yine bazıları sizin yazdıklarınız için "şayet insan eliyle yazılmış bir kitaba iman edecek olsaydım bu özel'in kaleminden çıkmış bir kitap olurdu." demekte. onlarla da hemfikir olamam. ama aynı zamanda onları yadırgayamam da. bana göre sizin için yapılmış en iyi tanımdır; şair üstü varlık.. şahit olduğum tüm şairler bir yana, siz bir yana. sevdiğim tüm şairlere imrenmekte olan ben, sadece sizi, etcil ve aç bir avcı hayvanın hedefine koştuğu kadar gözü dönmüş töhmetli bir şekilde kıskanıyorum. minnetle; iyi ki var ve şair olmuşsunuz... üstadın kendi sesinden 7 babı dinlemek için; link --- spoiler --- birinci bab: şivekâr'ın çıktığıdır ey sökülmüş cep! ey ıslak yorgan! ey bulduğu her bahaneyle çıngar çıkaran! yardım et! yardım et! bana ilah mahvedecek bir uzuv lazım. gel çabuk beni üzüntünün koynunda beklet orada tohum serpecek kadar bana zaman tanı. ve konuş varsa eğer yazgımızın beş duyusu yazgı dediğimiz şeyin deveran ediyorsa kanı söyle ona vazgeçsin beni üstümden esip yönetmekten bana diş geçirsin de anlasın bakalım hangimiz daha kekre çarpayım gözüne bir, kulaklarını çınlatayım hele uzaktan işmar edip durmasın bana gelsin bana dokunsun alnının çatında değil belki ama bir iriminde aklının kalsın kokum. benim elbet bir bildiğim var: hayat saçma sapandır. üstüme saçmalı tüfeğiyle ateş açtı hayat yaylım ateş, bombardıman, güldürücü gaz şairsin! arkanı dönme! neyin var -sen de- fırlat! hiç yoksa şu inkisarı kağıda geçir, sonuna kadar yaz nasıl olsa çıkaramazsın saçmayı etinden hiç deneme cibril'i düşünmeden asla yaşayamazsın seni uçurmazsa yandın kuşları da uçuran ey şair! ey dilenci! kanatsız, mızmız, sözün köpeği tiryakilik peşinde geceleri günün ortasında karmanyolacı. sana değil davud'a yaraşıyor sapan korkun var bölük pörçük ümidin çatal çatal baka gör bunların arasından hangi yer sana ayrılmış hangi yâre senlik bir şey bırakmış çalap anlat: bu bir yusuf masalıdır de bunu söyle ve fakat şunu da sor yusuf'un masalı neden yusuf'la başlamıyor? bir varmış bir yokmuşla başlıyor bütün masallar gibi bir şivekâr varmış, bir genç kız yusuf yokmuş, cinler kaçırmış, yazgı saklamış onu. masalın orasına gelince bir yusuf gösterilecek ama önce masalı bir şivekâr nasıl başlatıyor bilmek gerek. genç bir kızla, bir bakireyle başlıyor anlatımız. çünkü bakirelik, o bir baş dönmesidir başta gelir, başa gelir, başı yerinden eder eksiksiz olup hiçbir iyelik tertibi gerektirmeyecektir sorguya açık kim derseniz bakirdir, odur bakire kapağı hiç açılmadıysa kitap kaş çattırır insana, korku verir oysa kitap ki yarıya kadar okunmuş bakiredir. bırakalım başta kalsın. gençlik ve kızlık dursun başında efsanemizin. şivekâr'la bir genç kızla başlasın anlatımız ağlatımız o dahi gençlik ve kızlıkla bitecek bittiği an zaten son erek değil miydi genç ve kız? vay anam! ter-ü taze ve domurmakta olan her ne ise hele bir dalmaya gör onun döngüsüne. şivekâr'dı gezmeye çıkmıştı ikindileyin evlerinin az ilerisindeki koruda genç kızlar bunu yapar her genç kız ruhta birikmiş sözlerin sürgüsü açılsın diye hep gezintiye çıkar. kıştı mevsim. toprakta kar. çok tutumlu bir söyleşi gibi berraktı çamların yeşili. avcılar göründü uzaktan şivekâr avcılara görünmek istemedi sindi en bildik köşesine çamlığının kendi yerinden dinledi fend eden, tuzak kuran, ok atan bu milleti. avcı bunlar bir kuş vurdu tezelden aralarından biri. nasıldı kuş? neresinden vurulmuştu? şivekâr göremedi. ok değerse bir kuşun ancak kalbine değer bunu bilmeyecek ne var? kan düşer. emilir o kızıl bezek o bembeyaz satıhta. ossaat "breh! hüsnü yusuf'un yanağı mısın be mübarek!" deyiverdi bir avcı. şimdi sezdi şivekâr saklandığı yerden avcıların da varmış bir içlisi bir bilgesi. kar ve kan. ak ve kızıl. bir yüzün suçsuz zemininde tutkunun canlandırdığı şey. siması da iması da yusuf'un böyleymiş meğer. kar üstüne düşen kandı yamandı bir avcıdan şivekâr'a ulaşan haber müjde değildi. neden bir yavuzluk bir durulukla beraberdi? şivekâr bunu bilmek istedi bilmek, bilmek, bilmek istemi kızda çözdü bütün bağlarını kadim âlemin âlem âlemler oldu, cümle âlem gevşedi kız için artık gevşekti pekinlik bohçasının hodbin düğümü haber deriştirdi kızı soru dünyayı karman çorman bıraktı önüne dünyayı, önce onu delmek yusuf'a varmak gerekti desem ki kapı açıldı yalan olur ama kilidin kalktığı belli. var idiyse bir kuş kalbinden başka yeri olmayan vurulacak vuruş değil de vuruluş kilidi kırdıysa kendi sorgusu yüzünden ayağa kalkıyor insan arıyor. yusuf bir ayna mıdır acaba? çetrefil, kuşku dolu, yadırgı ne kadar kendi oldu insan o kadar başka. * ikinci bab: yusuf'un kaçırılışıdır tohumu, anasının rahmine bir ilkbahar gecesi düşmüş. baharmış. dışarda rüzgar. dışarda dallarda, bulutlarda toprakta delimsirek çırpınışlar. bir yanda hışır hışır emeniyor börtü böcek irili ufaklı bütün kuşlar suskun buldukları korunakta öte yanda tabiat bir kadınla bir erkeğin yatakta terli telaşıyla yarışa yelteniyor. ah, bu hep zaten böyle oluyor insanlar tabiatı her zaman heyecana boğuyor çünkü kuşlar ve böcekler gibi değil bulutlar ve ırmaklar gibi sevişiyor insanlar sevişerek çiseliyorlar dünyayı yalnız ilkbahar gecelerinde değil sevişiyorlar sonbaharın mağmum karanlığında kış gelince hakaretamiz bir soğuk çattığında yaz olunca ısınan baygınlığın çözeltisi yüzünden sürgün günlerin birinin batımında birisi bir başkası yerine seyahat ederken yusuf'a doğru giden her eğimde her hangi bir vakte denk düşüyor sevişme anı... erkine göz değen bir beyin oğlu yusuf annesi han kızıymış doğmuş ve bir zaman ev içinde, şehirde halayıklar, lalalar yaşamış gözaltında. sonra bir gün birden bire bir değil yüzlerce feryat hani çocuk? nerede? onu son kez gören kim? neden hiçbir izi yok? yusuf, üç cin tarafından yedi yaşında kaçırılarak karışmış oldu kırklara. haz ciniydi ilk göz koyan, kızguran derlerdi ona öyle bir cindi ki canın tam ortasında bu dünya, öte dünya nerelerden geçiyorduysa ikisi arasındaki çizgi yoktu ayrım yerini bu yaratıktan daha iyi bileni çocuklukla, gençlikle, yaşlılıkla geçen ömrü içinde dağılır ve toparlanırken insan hep duyulan haz cininin kopardığı gürültüden başka bir şey değildi. hazzı ne dışından, ne içinden tavsif edebilirsiniz hazdır dünyalar sanmayın bizi içine çeken hazdır dünyalardan bütün emdiğimiz daha başından beri henüz cenin iken biz kalbin de cesameti belli belirsiz iken hangimiz hazzın bize neler ettiğini bilmeyiz? o cin hiç uğramamış olsaydı semtimize bize hiçbir şey yapmamış olsaydı o haz doğuran erişmek fikri, asla doğmayacaktı içimizde iyi olsun, kötü olsun neye yöneldiysek aklımız başımızdayken veya delirdiğimiz zaman canımız susmayı ve konuşmayı çektiğinde oraya hepimizden önce varmış olurdu kızguran. canı hazla tanıştıran işte bu cindi bu cindi yusuf'u kaçırma işinde şebekenin başını çeken peki, neden yusuf? ve kaçırma neden? derinlik kelimesi bu bapta işimize yarıyor şimdi size hüsnü yusuf'tu o güzellik timsaliydi desem bilirim söylediğim tartışma açmaktan öteye geçmez kime göre güzellik? çağlar içinde konulmuş mu bir kanun? hem nerede görülmüş tek başına güzellik kendi ayakları üzerinde dursun? şehvet, hüsran, hatıra, mukavemet, bunların çarkına kapılanda bir güzellik doğuyor insanlar hep böyle şeylerin yedeğinde buluyor güzelliği o sebepten ola ki güzel yine de güzel solarken bile. çünkü her soluş merhamet uyandırıyor çünkü merhametti ona önceden rengi veren de. yasasız ve solup giden bir güzellik değildi yusuf'un güzelliği yoktu tabiattan ve tarihten tanış olduğumuz hüsnü yusuf'u yeden hiçbir duygu. hüsnü yusuf o hüsnü yusuf'tu ki yanı başına yalnızca en gerekli şey konulmuştu ne duygu, ne ihtiras, ne düşünce, ne mükemmel bir mantık… derinlikti yusuf'u güzel kılan gerçekte adem soyuna ait olmayan ve sanki bir yeminle onlara hep bağlı kalan derinlik. derinlikti yusuf'la varoluşun bağını kuran bu çocuğun yüzünden başka yüzlere yansıyan şey o bir engin ezinti, bir terennüm gibi devam diyordu devam etsin devam etse gerek derinlikten cayılmasın kopsun kıyamet. bu çocuk ne giyerse giysin giysilerin üzerinde duruşu neye dokunursa dokunsun ona ellerini yerle göğün bağlacına ermiş gibi sunuşu... ya rabbi, bu derinlik ne demek oluyor? başını çevirirken bu çocuk sanki affı muhakkak bir günah saklıyor. esrar dolu kimine göre belki bu baş ama bilgelik güdümüyle yusuf'a bakarsanız sırların güzelliğini görürdünüz güzelliğin sırlarıyla sarmaş dolaş. acunu oyalayıp acunda oyalanan kıvılcımlı oklardan biri değildi yusuf güzel olmasına güzeldi ama bunu söylemek dile denk düşmüyor nedense çünkü denilmez silahlı bir birliğe bakıp: ne de güzel bir ordu! güzelse de güzel denilmez ordulara savaşı hatırlatan hiçbir şeyi gönül yatkın bulmaz güzel kelimesiyle anlatmaya. yusuf'un güzelliği bir çarpışma gibi içrek bir savaş gibi yaman terk ediş uyandırmıyor gidişi bir kalış sunmuyor durduğu zaman. "mutlaka başka" dedirtiyor oluşu sineyi hatırlatıyor sinesi insanların sineleri olduğunu gözleri çok fazla çok fazla derin her şeyi ezberletecekmiş gibi zora koşuyor oysa ezberleyecek hiç vakit bırakmıyor insanlara çabucak derinleşmeniz gerekiyor yusuf'la karşılaştıysanız, bitişmeniz isteniyor hakkı verilmiş bir anlamla. haz cini kızguran yazık olur, yanlış olur diye düşündü hüsnü yusuf insan dedikleri bu nankör, kan dökücü, cimri, unutkan yaratıklar arasında bırakılırsa. öyle ya dünya ahalisinden hangisi kendini hazır saydı şimdiye kadar bitişmek için hakkı verilmiş bir anlamla? haz güzellikten ayrılmak istemezdi arınmak isterdi haz hazzı arıtmaya güzellik yeterdi. kaçırılmazsa, insanlar arasında bırakılırsa yusuf bir gün, nasıl olsa, er geç güzelliğin yanı başına bir şehvet bir hüsran, bir hatıra en azından insanların o hiç vazgeçmedikleri bir mukavemet eklenecekti. güzellik bulandıkça haz bulandırılacak o zaman hüsnü yusuf'a bakan diyecek ki güzel; ama bir pürüz var güzel; ama başıma kim bilir ne bela açar güzel; ama daha temiz olabilirdi. kaçmalı yusuf, kaçırılmalı güzellik hazzı mutlaka arıtmalı yoksa ben önce ben, sadece ben, hep ben diyerek nev'i beşer pıtraklı ve pusarık bir tapınakta raks ederken kendinden geçecek hamleler, darbeler, sarılışlarla binlerce yıl neleri çürüttüyse onlarla geçinecek. hazzın gücü hüsnü yusuf'u kaçırmak için yetmedi yalnız yönelmek gelirdi kızguran'ın elinden yönelmek, yöneltmek, yönlendirmek sevgilim! sevgilim! sevgilim! başka ne söylenebilirdi? insan dediğin aceleci cinler de acele etmeli kızguran çabucak yusuf'u kaçırmak için iki başka cinden yardım istedi iki cin daha yönlendirmesi gerekti hazzın güzellik hırsızlığına. bunların ilki sarlanan eylem cini. edim dünden hazırdı güzelliği güzel olan her şeyi köhne yığından kaçırmaya. çünkü boy atmaya can atarken bir fidan umursamaz çokluktaki kösteği. eylem gerek tohumu çatlatmak için yalnız doğurandır doğruyu bulan neyse çok toprakta gökte ne çoksa bir an gelir biriciklik burcuna edimle varır eylemdir tazeler, harap eder, küstürür, gönül alır eylemle uçar bezginlikteki kir dirilik erki kalırsa yalnız eylemde kalır. işte yusuf'un güzelliği işte arınmak isteyen haz bir kez "işte" denildiyse artık durulmaz bir şey bir şeye dönüşürken eyleme geçilecek ve yakadan düşecek bu bungun kalabalık bir oluş yönünde sıyrılan her ne ise edimle ilenecek çokluğa, katılığa eyleyenler görecek yegânelik ne imiş: nereden sonrası kübra nereden önce sagir kaç, kaçır, doldur ya da dök ii faut agir. haz cini eylem ciniyle bir araya gelince belki her şey yapılabilirdi evet, her şey iyi ve kötü. acaba iyi veya kötü şey aynı zamanda yerli yerince ve uygun mu? iyi olsun, kötü olsun diye yapmak istenilen rast gelecek mi kendini var eden yöne? bunu anlamak için haz cini kızguran yönlendirdi gökleren'i yusuf'u kaçırmaya. güzelliği çalmak için çağrılan ikinci cindi bu ödev cini. hüsnü yusuf kaçırılacak çünkü bunun bir çünküsü var her nesnenin kendine özgü bir yeri var evrende hazzın çünküsü yoktur eylemin de haz ve eylem bilinmez nerede eğleşecekler oysa yalnız nesneler değil duygular düşünceler ararlar ve bilmek isterler benzerleri arasındaki yerlerini bu yer bir yer olmaklığı yüzünden ödevini gösteriyor her nesneye giderek her nesne ödeviyle kaybediyor nesne niteliğini ödevini yerine getiren "o şey" oluyor. böylelikle ormanların kimliğinden söz açıyorlar denizlerin kimliği, çöllerin, buzulların, sıradağların ve kapanmak bilmiyor bir kere açıldımı söz gökleren her tarafa bir şey yetiştiriyor armağan verir gibi, tetiğe basar gibi maden işçilerinin urbalarına kimlik kumarhane kapılarındaki kabadayılara nişan rujunu sürdükten sonra aynada kendini öpermiş gibi yapan sütüm yetseydi de doyurabilseydim, ne var? sana almazsam neyim önümüzdeki yaz ödevin cümleleri birer birer sayılmaz yerine getirmeye bile gerek yok tabiatla düşüyor tarihle yükseliyor durmadan hem ödev hem ödevi üstüne alan. hepsi üç cindir bunların. hazdır, eylemdir, ödevdir yusuf'u kaçıran. yusuf'u insanların dünyasında el âlemin dipsiz düşkünlüklerine tutundurmayan. * üçüncü bab: şivekâr'ın yolculuğudur eskiler iz sürerdi. biz muttasıl arıyoruz yeni insanlar. arıyoruz âlemin iç yüzünden zihnimize yansıyan bir tasarımla gerçeği. şivekâr bizden biri yola çıktı yolu bilmeden arıyor bir hedef gözüne kestirmeden aradığı ne sevgili, ne efendi, ne sultan özünü harekete geçiren onun kanını kaynatan candır düpedüz kendi canı. yol canlılıkla mukayyet gitti deriz ölenler için yalnız yaşayanların işidir yola çıkmak, yolu kat etmek. şivekâr olduğuna olmasını istediği için inandığı o bir, biricik can için yola koyuldu canını koydu yola öyle bir başka ben bulsun ki ben'i bütün şemaliyle onda bulunsun başkada bir ben yok ise yere çalınsın rüya benle başka yok olsun. eskiler aramaz, iz sürerdi. bilirlerdi evet'le hayır arasına belki sokulduğunda felaket gelir. noksanı fark ederlerdi, çünkü bütünden nelerin koptuğu besbelli. dağılmak eskilerin dilinde ufalanmak anlamına gelirdi iz sürerlerdi irileşmek, ulaşmak, toparlanmak için biz yeniler bir an önce dağılsak bari deriz korkarız kaybolmaktan çokluk içinde. şivekâr korkmadı kaybolmaktan daldı çokluğa can havliyle dedi bulsam da hüsnü yusuf'u onun gibi kaybolsam keşke. kaç yıl geçirdi şivekâr arayış içinde? neler yaşadı? biz yeniler yüz kızartan soruları hemen atlarız. saklarız arayan ve arayışın süre gittiği ortamın yek diğerinden ne paylar aldığını. dünyada çözülürse dünyayı ıssız kılacak bir çelişki vardı bir çekişme vardı dünyada azgınlık fışkırtan taraf olunduğunda. aradı hüsnü yusuf'u şivekâr hep geciktirilmesi gereken o çelişkinin susmayanı sağırlaştıran çekişmenin ortasında. yalnız arayan bilir acımasını aramamak acımamak demektir küçümsenecekse memnuniyet küçümsenmelidir dünyanın dönmekten memnuniyeti insanların utancı dünyaya dönüşmekten insanlar onların birer kırba hepsi dış tarafları köseledir hepsi içinde taşır içilecek şeyi utanır ıslanmış köseleden insanlar sahipsiz bir utanç hepsi. şivekâr önceleri arayışın ilk aşamasında bu utancı sadece seyretmekteydi. evden ayrılırken bohçasına koyduğu birkaç altın takındığı birkaç parça mücevher bir şehirden başka şehre göçerken dağlar aşıp ormanlardan geçerken sıyrılıp yol bulmayı ona kolaylaştırdı. daha sonra ve fakat insan dedikleri o sahipsiz utançla yaptığı pazarlık fena tartakladı onu insanlık utancından en külliyetli payı o aldı. aradı arayış ibresinden gözünü ayırmadı karnı aç üstü başı lime lime artık narin ayakları çiziklerle dolu dirsekleri de yara kabukları gerçi bu kadarı, böylesi başlarken hiç akla gelmezdi lakin hayret! arayana yoksulluk eziyet vermiyor arayanın aramaktan başka derdi yok. vakti bilmek için diyor kendi kendine haber almak sadece bir başlangıçtı aradıkça dirisin aradıkça mecalsiz kaldı kibrin. aradın ve anladın haber almakla yol tüketilmiyor arayış sahicilik vaktine erişsin istiyorsan senin kendin haber olsa gerektir. bak işte bir parça kuru ekmek kim bilir kim düşürmüş kim bilir kim ekmeği bir kenara ayakaltından çekmiş. ne de sert! şu akan derecikte biraz ıslatsam ekmeği diye düşündü şivekâr o zaman dişim keser. pırıl pırıl dereye uzattı elindekini belki eski kibrinden kalma biraz halsizlik belki bu ince suyun cilveli alayişi ekmek dereye düşüverdi. hem karnı aç hem de avı nispet yaparmış gibi su üstünde kıpırdanıyor koştu o kuru ekmeğin peşi sıra şivekâr bir süre öyle gittiler o da ne? dere görünmez oldu harap bir tahta perde girdi ekmekle şivekâr'ın arasına genç kız gerilemedi hem zaten vazgeçerse ne yapacağı belli mi? dönülecek bir yer bilmiyor gitmezse ekmeğin ardı sıra. suya girdi bulmak için ekmeğini tahta perdeden öteye geçti. aklı zorlayan bir yer o perdenin ötesi. bir bahçe. gerçekten buraya bahçe mi demeli? ağaç, yaprak, meyve, kuş hepsi tamam tastamam hepsi. sanki biraz önce tamamlanmış gibi. kokusu çiçeklerin otların, çalıların kısa cümlecikleri yukardan dua fısıldar gibi yüze değen esinti. insan bir resmin içine bu kadar girebilir. bu bahçede her şey hayran olunmak için her şey kendine özen göstermiş her şey kendine öyle bakıtıyor ki şivekâr bir kuru ekmeğin peşi sıra buraya girdiğini bir daha aklına hiç getirmedi hangi garip kuşun rızkıydı ki o ekmek? kim bilir nereye gitti? şimdi artık bahçenin derinliği genç kızı cezbediyor bu bahçe keşfe açık bir kalbi bekler gibi yürüdükçe bahçeden bir şey siniyor kıza şivekâr bahçeye tını salıyor adım attıkça çok geçmeden gözlerinin önüne ne diyelim? resim içinde resim mi? edebiyat burada bize yardım edemez. bir çiçekle meşgul olan, kelebekle meşgul olan bir erkek eskiler olsaydı betimleyeceklerdi biz yeniler alt dudağımızı ısırır ve terleriz şivekâr bizden biri onun dilinden dökülen bizim kelimelerimiz saçma ama başka ne sorulurdu ki? "in misin, cin misin?" cevap verdi hüsnü yusuf: "ne inim, ne cinim" "ben de senin gibi bir beni âdemim" * dördüncü bab: bir yusuf, bir şivekâr şivekâr buldu kendi arayışında bir karşılık bulunduğunu. ya yusuf? peki, hüsnü yusuf bulunmak istiyor muydu? harikulade bir bahçede cinlerin arasında geçmişti günleri öğrenmişti cinlerden yüzlerce hüner insanlar arasında kalsaydı eğer hükmetmek ve itaat etmekten başka bir alanda yusuf'a rahat vermezdi onlar. gülünç özlemleri insanların sinir bozucu tedirginlikle ve derinlik karşısında gösterdikleri şiddetli ve tamamen mankafa tepki bütün bunlar hüsnü yusuf için bezgin bir hayat demekti. kalkıp, çıkıp, uzaklaşıp insanların dünyasından yusuf'un mahremiyetine kadar uzanan bu pejmürde kız da neyin nesi? önce halinden ona hiçbir şey söylemedi bıraktı konuşsun şivekâr. aman allah'ım! şivekâr konuştukça yusuf'un her yanına oklar saplandı sanki. dertli gönül neymiş gönüle dert neden düşermiş nasıl olurmuş göze almak gözlerden ötesini yağmadan, çapuldan, hazıra konmaktan uzak akları, karaları, bütün renkleri esirgeyip esirgenmeyi hak etmek ve dönenmek evrende arındırıcı itimada şayan bir rüzgâr gibi. hayret ki cinler bu kızı kaçırmamış bu fevkalade gönlüyle. şivekâr'ı dinledikten sonra yusuf ancak anlayabildi kendi başına neler geldiğini. sonra açarken uzun uzun halini kıza sanki ona bir şeyler iade etti. bir yusuf, bir şivekâr anlamı yoktu artık ayrı hayatlarının çabuk anladılar ki armağanmış yaşadıkları verilmeyi beklemişler birbirlerine. iki insan diyelim isterseniz artık onlara bizler de başvuralım tarihin ve tabiatın güç yetiremediği o ifadeye. iki insan bir araya gelince iki taşın beraberliği gibi olmaz diyelim iki salkım bir çift kuş, yılanlar, kurbağalar, göçmen sürüler yarasa aşiretleri, birbirine açılan tanrısız mağaralar yabancılık yalıtkanlık üretirler ha bire. insan soyu iletkenliğiyle ünlüdür öteki türler arasında iki insan başka hiçbir yaratıkta olmayan geçirgen bağın başlatıcısıdır anneler ve babalar oğullar, kızlar, hısımlar komşular, hemşeriler, yurttaşlar hangileri arasından seçilirse seçilsin iki insan bir araya gelince o geçirgen bağa bir ilmek atar bazen fiyonk olur arada bazen her şey düğümlenir yine de sonuna kadar bu bağın götürdüğü yere kadar gitmez insanlar dostluğa, kandaşlığa, aşka evet evet ama nereye kadar? bunun bir son kertesi vardır binlerce yıl iki insandan çok azı son kerteyi birlikte tanımıştır. sûra üfürülürken, çan çalınırken, ölü gömülürken iki insan tahsil eder zamanı en doğrusu son kertede iki insan vakitsiz okunmuş bir ezandır yusuf ile şivekâr vakitsiz okundular çünkü zaman iki insan ya da hiç... gün batımı yaklaşıyor birazdan bahçeye geri gelecek cinler her sabah gün ışıdığı zaman üç cin gökleren, sarlanan ve kızguran iri kuşlar şekline girip havalanırlar sormaya gelmez gün boyu yaptıkları ama onlar görecek olursa yusuf'un yanında bir insanı hiddetleri neye mal olur bunu yusuf bilmiyor. güneş battı batacak derken yusuf gönlünün sıcaklığıyla buram buram tütsülenen eşine sevecen bir tokat indiriyor bir elma haline giriyor şivekâr hani bir zamanlar bir kuru ekmeğimiz vardı ya onun gibi bir kenara koyuyor. cinler geniş kanatlarıyla alaca gökten süzülüp toprağa silkinerek konduklarında insan şekline giriyorlar bir iki üç "burada bir insan kokusu var" "insan kokuyor buralar" "insan var" cinlerle yıllarca beraberliğin verdiği pişkinlikle hatta biraz azarlar gibi cevap veriyor yusuf "bu bahçede benden gayri insan ne arar" "kokuysa sizin dişleriniz arasından geliyordur" "kaç insan parçaladınız acaba?" cinleri kandırmak o kadar kolay değil "nedir yusuf" diyorlar "sen eskiden hiç kendinden" "insan diye bahsetmezdin?" o gece böyle geçer ertesi gün yusuf ile şivekâr yine birbirlerine kalır çevre olurlar birbirlerine gün batar elma olur şivekâr birkaç hafta, sonra ay aylar çoğalır şivekâr gebe kalır elmayı cin gözünden saklamanın imkanı yoktur artık * beşinci bab: dönüş bütün sevişenlerin zor dakikaları vardır hepsinin o zamanlarda benzeşir davranışları hüsnü yusuf aldı şivekârını karşısına ellerini tuttu ayırmadan gözlerinden gözlerini önce derin bir iç geçirdi konuşmaya başladı sonra: "ikimiz o bir kalarak en özel yeri" "yaratılmışlar arasında" "ne kadar hakkıyla kazanmış olursak olalım" "ve şimdi çok kimsenin anlamadığı" "yüceliş basamaklarında olsak da" "her yaratılan şeyin zemini" "bizim de zeminimiz" "insan çoğalacaksa insanlarda çoğalır" "bir dönüş bekliyor seni" "cinlerin bahçesinde" "çocuk doğamaz" hüsnü yusuf şivekâr'a neler yapacağını birer birer anlattı. bir kocaman yumak ip vererek ona. gidecekti yumağın bittiği yere kadar hiç durmayacaktı. ne bitmez yumakmış! kaç gün gitti? sonunda vardığı yer kapkara bir şehirdi. önce gecenin tesiri sandı oysa gerçekten kara gün ışığı altında bile kapkaraydı şehir. evlerin duvarları siyaha boyanmıştı panjurlar ve kepenkler onlar da siyah ve kapalı yollar hep zift karası kaldırımlar kara taş fakat ne geçen var, ne giden bütün perdeleri çekik ve kara bakan kimseler yok pencereden sokaklara. şivekâr karnı burnunda ağır ağır kat etti kara şehri. en büyük kapısını buldu şehrin en kara kapı da buydu. bu şehir baştan başa yıllardır hüsnü yusuf yasını tutmaktaydı. gizli, gözden uzak bir yerde oynuyordu çocuklar büyükler için oynamak, gülmek gizlice bile olsa yasak. yusuf'u cinler kaçırınca yedi yaşında önce annesiyle babası karalara büründü sonra yavaş yavaş güzel yusuf'un yokluğuyla kendine çirkinlik bulaşmış hisseden herkes siyahı seçti bir dürüstlük aradı yasla avunmakta. bu şehrin beyi hüsnü yusuf'un babası en büyük kapı bey kapısı gebe kadın büyük, kara kapıyı tam da doğum sancısı tuttuğu sırada çaldı. açan olmadı, içerden bir kıpırtı duyulmadı çaldı şivekâr bir daha bir daha, bir daha ne ses ne nefes sonunda ona öğretildiği üzere "açın, hüsnü yusuf'un başı için açın" dedi. içten ve iç parçalayıcı bir inleyişle o zaman kocaman kara kapı açılıvermediyse de tamamen mağrur ve ağırdan aralandı. "doğurmak üzereyim" "bana bir yer gösterin". şivekâr'ı ineklerin ahırına aldılar çok geçmeden doğurdu hani şu bir avcıdan işittiğine kanan var ya ümidin ve korkunun hakkını vermek için nice iniş nice çıkış yaşayan mezbeleliklerde hırpalandıktan sonra nikâhını harikulâde bir bahçede en harikulâde erkekle kıyan kızın oğlu doğdu nihayet. loğusa yalnız kalmasın al basmasın onu diye o gece ahıra bir halayık bıraktılar ve o gece bir kuş kondu ahırın penceresine dile geldi, seslendi: "-şivekârım! şivekârım!" içerden yanıtlandı bu çağrı "lebbeyk! sultanım!" "ne yapar sultanım?" "boklu çaputlar içinde yatar sultanın" "annem duymadı mı?" "al haneye almadı mı?" "yavrumun yavrusu deyip" "sinesine sarmadı mı?" pır deyip uçtu sorular sonrası kuş. ama olay halayık kızı çok korkuttu koşup anlattı duyduklarını kâhya kadına kâhya kadın işkillendi bu işten: "kaz kümesine alsınlar loğusayı" "oraya benim için de bir yatak koysunlar". ertesi gece aynı kuş bu sefer kaz kümesinin penceresine konarak aynı söyleşiye yer verince halayık ne işittiyse, kâhya kadın, o da duyunca anladı kara konaktaki emektar bir bey doğurmuştu vesveseyle baktıkları yabancı üstelik bu son gelen konakta herkesten daha yerli. yeni efendisidir doğan bebek beyin torunu. gerçeği öğrenince yas kentinin beyi, kara konağın hatunu bir basübadelmevt saydılar bütün olan biteni yavruyu vekit geçirmeden al haneye aldılar yavrumuzun yavrusu deyip kucaklarında sardılar şivekâr'la konuşup tebcil ettiler gelini daha ileri gittiler -bu soyda ihtiras bitmez dediler: "yakala bu kuşu bize!" "tut bu kuşu bizim için!" şivekâr yusuf'a dokunmak istemez mi? can-ü yürekten kabul etti teklifi. al haneyi görmeliydiniz. daha hüsnü yusuf doğmadan orayı annesi bir sevinç odası olarak tertiplemişti. her taraf siyaha büründüğü günlerde bile bu oda al hane kaldı ümit ve sevinç temsil etsin istendi. demirden ve kızıl bir karyolada yatıyordu şivekâr kuş pencereye konup adını ünledi: "şivekârım! şivekârım!" bir naz uykusu içindeymiş gibi yaptı yatakta sere serpe uzanan kuşcağız kondu bu sefer karyola demirine tez canlı, endişeli seslendi: "şivekârım! şivekârım!" yine ses yok. yastığa indi, geldi başucuna "şivekârım!" "şi…" der demez kaptı kuşu uyurmuş gibi yapan. kaçırılmak neyse... ama bunca serencamın sonunda bir kuş olarak yakalanmak ağır geldi yusuf'a silkinip buluverdi gerçek cesametini birden bire al haneyi güzelliğiyle doldurdu. bey ve hatun babayla anne coşkuyla daldılar içeri sarılmalar, öpüşler... hasretler giderildi. insan hayatı dediğin ne de meraklı bir şey neden kılıç kabzasındadır kınalı parmak? buraya kadar geldi masal şimdi acep ne olacak? * altıncı bab: ins-ü cin cinlerin hüsnü yusuf'u kaçırmaları elbet el altından bir desiseydi bir insanı yusuf'u yabancısı olduğu bir ufka taşıdılar. yine de cinlerin insan ufkunu insanlık ortamını yıkmaya yanaştıkları söylenemez. fakat ne yaptı buna mukabil insanlar? cinlere sezdirmeden kimi bölgelerini onların çaldılar önce şimdi de denemek istiyorlar cinlerin cinliğini ihlâl etmeyi. yusuf'un babası, erki hep göze batan bey "bak oğlum" diyor "buraya kadar geldik" "seni görmek, sana dokunmak fırsatına erdik" "bizden bir oğul kaçırıldı, can yakan bir şeydi bu" "bu yanık can" "nasıl avutsun babası kaçırılmış çocuğu?" "yok mudur bir yolu ki" "cinlere sor bakalım" "oğlunla ve şivekâr'ınla" "yeni bir hayat kurasın?" bu teklifi meydan okuma saydı cinler dediler "baban o kadar kendine güveniyorsa eğer" "biz seni ins-ü cin sınırına getirip oturtalım" "döktürsün senin başından üste baban" "kurşun bir kubbe" "kubbeyi biz yıkamazsak" "artık hep insan kalırsın" "ama bizim darbelerimizden bu kubbe yıkılırsa" "tutsak saymayız seni avımızsın". insan cine meydan okuduktan sonra her şey cinlerin sıraladığı işlerle başladı kızguran, sarlanan, gökleren daha yedi yaşında ayartarak kaçırdıkları yusuf'u gerisin geri getirip ter-ü taze bir baba olduğu çıplaklığıyla sınıra bıraktılar. burası cinlik ve insanlık sınırıydı o anda cinler hüsnü yusuf'u bırakır bırakmaz beyin emrinde binlerce nefer hatunun mahiyetinde yüzlerce kadın dökülecek kubbenin harcını hızla yere çaktıkları iskeleye sıvadı. yusuf şimdi cinlerin ona öğrettiği yerdedir etrafını şu an kaplamakta olan oysa insan işi anlaşılmaz alaşım. bitti mi? diye sordu yukarıdan cinler. şimdiye kadar yusuf'un bile görmediği devasa kanatlı, pençesi azman birer kuş kıyafetindeydiler süre dolunca bir ağızdan haydi gelin gelecekseniz diye haykırdı onca nefer onca kadın alçak sesle yine de bir ağızdan boyunuz devrilsin deyip ilendi. cinler kanatlarını kaldırıp vurdular dev kubbeye her vuruşta etraf zangırdadı, gümbürdedi hem vuruyor, hem çığlık atıyorlardı: "yusuuuf! çık da bir kaşık kanını içelim" cinler hesabına göre bu kubbe sayılı darbelerden sonra çökmeliydi fakat kubbenin direnci tahminleri aştı öyleyse daha sert kanat darbeleri indirilmeli âvâzı yükseltmeli "yusuuuf!" "yusuuuf!" "yusuuuf!" "çık da bir kaşık kanını içelim" cinler çok kanat vuruyor çok ağır direniyor kubbe. cinlerin çabaları şaşırtıcı bir yönde etkiledi yusuf'u yıllarını cinler arasında geçirmiş bu taze baba etkilendi insan iddiasının bu kerte direşken oluşundan. göz önündeki hesaplaşmadan kolayca kaçan hasmı için hep bir tuzak tasarlayan insan kafası sihirden ve tılsımdan daha büyük endişe. cinler gibi kan içmiyor insanlar ama hepsi sülâlece ilik emmede usta. kubbeyi cinler dıştan yıkamıyor ben içerden zorlasam yıkılır mı? hüsnü yusuf bütün gücüyle içten -evet, samimiyetle yüklendi kubbeye. yıkılmadı yatık duran şey kendinden yassılmış olanı hangi kuvvet yıkacak? yıkılmaz çünkü atılım zevki nedir hiç bilmeyen eyyamcı kamuya kaynaştırıyor onu özgünlükten duyduğu nefret donukluktan alıyor direncini bir gün sırf merak yüzünden yerini asla terk etmiyecek sapasağlam çünkü hassas yeri yok çünkü her tarafı aynı miktarda müphem. hüsnü yusuf masalı onlar cümle el âlem muradına erince bitti. herkes yusuf'a kavuştuk diye pek seviniyor. yusuf artık cinlerle değil. yine de sormak lazım kavuşmak denir mi hep bir arada bulunmaya? bir arada bulunmanın töresi, yasası var insanlar bir arada. neden iki insan yok? nerede yin? nerede yang? the two and the one? * yedinci bab: suyun sızladığıdır ...sızıyı gideren su suyun sızladığını kimseler bilmez. --- spoiler ---
    2. 2
      +
      -entiri.verilen_downvote
      - (#2292602) "o sebepten ola ki güzel yine de güzel solarken bile. çünkü her soluş merhamet uyandırıyor çünkü merhametti ona önceden rengi veren de."
    3. 2
      +
      -entiri.verilen_downvote
      "ne duygu, ne ihtiras, ne düşünce, ne mükemmel bir mantık… derinlikti yusuf'u güzel kılan gerçekte adem soyuna ait olmayan ve sanki bir yeminle onlara hep bağlı kalan derinlik. derinlikti yusuf'la varoluşun bağını kuran bu çocuğun yüzünden başka yüzlere yansıyan şey o bir engin ezinti, bir terennüm gibi devam diyordu devam etsin devam etse gerek derinlikten cayılmasın kopsun kıyamet." - (#2292602)
    4. 1
      +
      -entiri.verilen_downvote
      "varsa eğer yazgımızın beş duyusu yazgı dediğimiz şeyin deveran ediyorsa kanı söyle ona vazgeçsin beni üstümden esip yönetmekten bana diş geçirsin de anlasın bakalım hangimiz daha kekre çarpayım gözüne bir, kulaklarını çınlatayım hele uzaktan işmar edip durmasın bana gelsin bana dokunsun alnının çatında değil belki ama bir iriminde aklının kalsın kokum." - (#2292602)
      0"benim elbet bir bildiğim var: hayat saçma sapandır." - louis froziel 01.02.2021 14:43:24 |#4097410
    5. 1
      +
      -entiri.verilen_downvote
      "bilmek, bilmek, bilmek istemi kızda çözdü bütün bağlarını kadim âlemin âlem âlemler oldu, cümle âlem gevşedi kız için artık gevşekti pekinlik bohçasının hodbin düğümü haber deriştirdi kızı soru dünyayı karman çorman bıraktı önüne dünyayı, önce onu delmek yusuf'a varmak gerekti desem ki kapı açıldı yalan olur ama kilidin kalktığı belli." - (#2292602)
    6. -1
      +
      -entiri.verilen_downvote
      "benim elbet bir bildiğim var: hayat saçma sapandır. üstüme saçmalı tüfeğiyle ateş açtı hayat yaylım ateş, bombardıman, güldürücü gaz şairsin! arkanı dönme! neyin var -sen de- fırlat! hiç yoksa şu inkisarı kağıda geçir, sonuna kadar yaz nasıl olsa çıkaramazsın saçmayı etinden hiç deneme cibril'i düşünmeden asla yaşayamazsın seni uçurmazsa yandın kuşları da uçuran ey şair! ey dilenci! kanatsız, mızmız, sözün köpeği tiryakilik peşinde geceleri günün ortasında karmanyolacı. sana değil davud'a yaraşıyor sapan korkun var bölük pörçük ümidin çatal çatal baka gör bunların arasından hangi yer sana ayrılmış hangi yâre senlik bir şey bırakmış çalap" - (#2292602)
    7. 0
      +
      -entiri.verilen_downvote
      "güzelse de güzel denilmez ordulara savaşı hatırlatan hiçbir şeyi gönül yatkın bulmaz güzel kelimesiyle anlatmaya. yusuf'un güzelliği bir çarpışma gibi içrek bir savaş gibi yaman terk ediş uyandırmıyor gidişi bir kalış sunmuyor durduğu zaman." - (#2292602)